30 Ağustos 2009 Pazar

Ramazanlık Reklamlar


R
amazan ayıyla beraber, reklamlarda çıkan her ürünün huzur, şifa, hatta icabında hidayet dağıtma sezonu start alır. Bir Ramazan riyası şenliklerine daha cümleten hoş geliriz.

Ramazandan önce, “ İşten çıkıp uyumadan iki tek atanı alkışlıyoruuuus”, “ Her şeyini bırakıp plajda bar açan arkadaşları alkışlıyoruuus” gibi reklam metinleriyle karşımıza çıkan koka ve de kola içeceği, Ramazan geldiğinde aniden evrime girip, ney eşliğinde “ Sevenlerin ortak tadı, uhrevi sofraların baş içeceği, neşeli iftar sofralarının vazgeçilmezi koka kola. Manevi iklimlerin nabzı, kalbinizin buluştuğu bu şişede atıyor. Haydi, siz de sevdiklerinizi bu mübarek koladan mahrum bırakmayın. Kendiniz için istediğinizi başkası için de isteyin, için, içirtin. Nice Ramazanlar
a…” gibi hidayete ermiş metinlerle piyasaya çıktı mı, benim öyle tepemde bir uyuşma, efendime söyleyeyim gözümde bir seyirme, cümle sinir hücrelerimde bir cızırdama peydah oluyor. Neredeyse “Orucunuzu koka kolayla açın. Kola çarpsın ki daha sevap .” denecek kıvamda bir fırıldaklık söz konusu olmaya başlar.

Başka zaman dini bir unsur gördüklerinde “ Bak nasıl dini suistimal ediyolar ya, dini alet etmeyin kardeşim!” deyip kılıç kalkan girişenlerin fırıldaklıkları Ramazan oldu mu nedense sırıtmaz. Neredeyse minare süsü verilmiş iki kola şişesinin arasına mahyayla “ Hoş geldin ya Şehri Ramazan “ yazmadıkları kalır. Sofranıza düşen nur damlası koka kola…” abartılığında yapılan bu reklamların tesiriyle bizlere aldırdıkları kolaların paralarıyla başkalarının iftar sofralarına bomba olarak düşerler... Düşünelim…

Ve yine aynı pazarlama sendromuyla diğer reklamların da Ramazan versiyonları çıkar. Mesela; bu mübarek aydan önce sadece dişimize ve falımıza bakan sakızlar, Ramazan’ da oruçlu dişleri temizleyen, iftar sonrası hazmını kolaylaştıran, huzur verici bir özellikle çıkar karşımıza ve “Dişinize de bakar ruhunuza da….” Şeklinde uhrevi bir vazife görmeye başlar.

Sonra banka reklamları ….” Ramazan alışverişlerinizi hokus pokus kartla yapın, world puan, world sevap kazanın.” Şeklinde boy gösterip, fes takmış minik, mor yaratıkları, iftar saatinde suratımıza karşı “ voadaaaa” diye bağırttırlar.

Akaryakıt reklamlarında , Ramazandan önce sadece benzinoğlu benzin olan benzin, Ramazan ayında sizi iftara yetiştiren manevi bir enerji haline dönüşür . “ Süper kurşunsuz, günahsız, vebalsiz, ultra dizel Lopek, sizi manevi iklimlerin huzurlu iftar sofralarına yetiştirir. Ayrıca her bir depo Lopek benzin alana bir kutu hurma da bedava…”

Aynı tuhaf dindarlık semptomları gazetelerde de baş göstermeye başlar . Ramazandan önce işte bilmem kaç kupona bilmem kimin tam boy posterini, kız tavlama yolları, sevgiliyle geçinmenin bilmem kaç altın kuralı kitapçıkları veren gazeteler, Ramazan ayına girince birden sisler içinde, nurani ışıklar sa
çan dua kitapları dağıtmaya başlarlar. “ Eşiniz mi yok, işiniz mi yok? İşte her tür hacet duası bu kitapta. Ramazan boyunca faydalanacağınız ( Ramazan bitsin hele, sonra fal ve büyü kitabı vercez, ona bakarsınız.) vazgeçilmez bir kitap. Üstelik sadece beş kupona. Bu kupona bu sevap kaçmaz.” gibi reklamlarla ekranlarda yerlerini alırlar. Sonra içindeki her yemeğin başına Ramazan eki getirerek tarifini verdikleri yemek kitapları dağıtırlar. Bildiğimiz tarhana çorbası, olur sana Ramazan tarhanası. Sonra Ramazan dolması, Ramazan pilici, Ramazan turşusu, Ramazan yavan ekmeği gibi… Bu Ramazanlı yemeklerin konulduğu masaların, yemek için oturulan sandalyelerin reklamlarında bile neredeyse Ramazan sandalyesi, Ramazan masası, , Ramazan komidini, Ramazan televizyon dolabı, Ramazan zigon sehpası, Ramazan 12 parçalık porseleni falan filan şeklinde, bu mübarek ayla başlayan abarık bir reklam kampanyası güdülür. Kısacası sadece ramazanlık yufka, erişte, reçel, turşu olmaz. Ramazanlık reklam da olur!

MİNE SOTA

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Cumhuriyet Kadını Ne İşe Yarar?

"Ben de Cumhuriyet kadınlarını merak ediyorum misal! Neden sadece kırmızı ruj sürerler? Gri döpiyes bu kadınların üniforması mıdır? Cumhuriyet Mitingleri dışında bir toplumsal eyleme katılmışlıkları var mıdır? Taş atan çocukları tanırlar mı? Ankara'nın ötesine gitmeyi denemişler midir? Başörtülüler hakkında hakaret içermeyen cümle kurmayı deneseler başarılı olurlar mı?"


Bu ülkede nedendir bilinmez herkes gözünü "başörtülü" kadınlara dikmiş! Nerede yaşarlar, nasıl giyinirler, ne yiyip içerler? Kaç gözü kaç kulakları vardır? Arkalarından usulca sokulup ‘pöh’ desek korkarlar mı?” gibi çocukların meraklarına cevap bulmaya çalışır gazetecisi, köşe yazarı, akademisyeni, bilmem nesi…

İyi de merak konusu olan sadece başörtülüler midir acep memleket sınırları içinde? Ben de Cumhuriyet kadınlarını merak ediyorum misal! Neden sadece kırmızı ruj sürerler? Gri döpyes bu kadınların üniforması mıdır? Cumhuriyet mitingleri dışında bir toplumsal eyleme katılmışlıkları var mıdır? Taş atan çocukları tanırlar mı? Ankara’nın ötesine gitmeyi denemişler midir? Başörtülüler hakkında hakaret içermeyen cümle kurmayı deneseler başarılı olurlar mı? Soruları uzatmak mümkün… Ama aslında biz onları pekala tanıyoruz. Hem de çok iyi tanıyoruz. Nereden mi? Hatırlamaya ne hacet, hiç aklımızdan çıkmıyorlar ki...




Üniversitelerde oturdukları koltuklardan tanıyoruz onları. Çarşaf ve peçe yaktıkları eylemlerden. Cumhuriyet mitinglerinden evet! Hani bizkaçkişiyiz hevesiyle meydanlara dökülmüşlerdi, kime, neye alet olduklarını anlamadan. Hani başörtülülere her fırsatta inancını siyasete alet etme suçlamasında bulunuyorlardı ya. Asıl kendileri sıkı sıkıya bağlı olduk
ları ilkelerini Ergenekon'a alet etmişlerdi ruhları bile duymadan.

İkna odalarından da tanırız biz Cumhuriyet kadınlarını. Nur serter hiç silinmeyecek bir fotoğraf karesi olarak ça
kılıdır hafızamızda. Hani bize kandırıldığımızı, daha genç ve güzel olduğumuzu söylemişlerdi, "Hayatınızı karartmayın. Önünüzde aydınlık bir gelecek var. Açın başınızı çocuklar" diye diye karartmışlardı hayatımızı. Üniversite koridorlarından fırlatılıp atılmıştık sağa sola. Şanslı olanlarımız gurbet kahrı çekmeye başlamıştı, şanslı olmayanlar doğru mutfağa... Hani kamusal alanı kendi kurtarılmış bölgeleri ilan etmişlerdi. Hani Cumhuriyet kurulurken tapusu onların eline verilmişcesine 'Burası bizim' diye işaretleyip hastanelere, okullara, kampüslere, adliyelere YASAK tabelaları asmışlardı. Diplomalarımız elimizde kalakalmıştık.


Tek Görevin Kadınları Kurtarmaktır, İleri!

Sonra kahraman edasıyla 'Haydi Kızlar Okula' kampanyaları başlatmışlardı Cumhuriyet kadınları.Az gelişmiş şehirlerdeki kızların makus talihini değiştireceklerdi güya. Onları ait olmadıkları bir kültürün kodlarıyla büyütüp yaşadıkları hayata geri gönderirken yaşanacak çatışmaları hesap etmeyenlerdi Cumhuriyet kadınları. Çünkü tek ve biricik hedefleri tıpkı Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki öncülerinden de beklendiği gibi tek tip, tek zihin ve tek bilince sahip Cumhuriyet nesilleri yetiştirmekti. Bu yüzden baörtülüleri, Kürtleri, Alevileri sevmediler. Kendilerinden farklı olanları 'tehdit' diye bellemişlerdi. Ezberlerini bozmamaya yeminliydiler. Zihinsel konforlarını bozmak olmazdı.

Ekranlarda ne zaman laiklik, başörtüsü ve Türk kadını konulu bir açıkoturum yayınlanacak olsa herkesten rol çalmayı bildiler. Esas kız onlardı, diğerleri figürasyon. Sesleri herkesten çok çıkan Cumhuriyet kadınları oldu hep. Bazen Şanal Saruhan oldu adı, bazen Türkan Saylan, bazen Necla Arat, bazen Nur Serter. Ama söyledikleri hep aynıydı; onlar, aydınlık Türkiye'nin aydınlık kadınları ama diğerleri kandırılmış, cahil bırakılmış, ezik ve kurtarılmayı bekl
eyen kadınlar... Kendilerine kurtarıcı rolünü ne de yakıştırdılar. Kendilerine bakıp bu hallerine nasıl da aşık oldular... Oysa onlar dışında ülkenin tüm kadınları kol kola vermişti. Çoktan sınırları kaldırmış, önyargı duvarlarını yıkmış, birbirini anlamaya, birbirinin hakikatüne eğilmeye başlamışlardı. Bunlar Cumhuriyet kadınının raconuna ters haller haliyle... Onların üstenci bakışı müsaade etmez bir defa kendileri dışındaki hemcinsleriyle ortak bir cümle kurmaya. Çünkü onlara göre tek bir gerçek var, iman edilesi, tapınılası tek bir gerçek. Eğer o gerçeğe tabi değilseniz yok sayılırsınız, Cumhuriyet kadınları tarafından kurtarılmaya bile değmezsiniz.


Karaçarşafa karşı döpiyes!


İman ettikleri ilkeler konusunda öyle uç noktalara savrulmuşlardır ki, toplumun büyük bir yüzdesinin tâbi olduğu dini bile kendi ilkelerine rakip olarak görürler. Bu yüzdendir 'başörtüsü'ne düşmanca bakışları. 'Muhammed' isminden bile tedirgin oluşları ve Kur'ân kurslarından korkuları... Bu yüzden 'laiklik'e sıkı sıkı bağlıdırlar.

Oysa bugün daha net anlaşılmıştır ki Cumhuriyet kadınları baştan iflas etmiş bir projeden başka bir şey değildir. Şimdiki hızlı Kemalist kadınlara sorsanız "
Yok öyle bir şey" derler ama Cumhuriyet'in ilk yıllarında kadına biçilen rol, vatana evlat yetiştirmekten öte gitmez. Görünüşte seçme seçilme hakkı verilmiştir verilmesine de say desek kaç isim sayabilirsiniz o yıllarda Meclis'e giren? Keriman Halis dışında kaç isim gelir aklınıza model olarak gösterilen? Neden yıllar boyu Osmanlı'da bir kadın hareketinin varlığından bîhaber yaşadık sizce? Neden 'Cumhuriyet geldi, kadınlarımız kurtuldu" masalıyla uyutulduk hep?

Oysa Cumhuriyet kadını gri döpiyes giyen, meslek hayatı öğretmenlik ve memuriyetle sınırlı, cinsiyetsiz, renksiz, ruhsuz bir protip olarak konuldu önümüze. Karaçarşafa karşı döpiyes açılımı modernleştirmeye yeter zannedildi kadını. Ama zihinleri o beğenilmeyen çarşaflı kadınlar kadar açık değildi kadın hareketi konusunda.Sistemin payandası olma görevi yetti de arttı Cumhuriyet kadınına bu yüzden. Cumhuriyet kadınları konulu bir makale kaleme alan sosyolog Nurhayat Kızılkan da bu görüşü destekliyor. Kızılkan'a göre Cumhuriyet kadını, çizilmiş olan toplumsal projenin dışına çıkmayan, siyasal otoriteye sadık ve itaatkâr olmalıydı. İktidarın kadın tasavvuru, "yeni kadın"ı yaratacak olan Cumhuriyet'in inkılâplarıyla büyüyen, geçmişi olmayan çocuk ve genç kızlardı. Bu bakımdan "Cumhuriyet kadını" aslında bir "çocuk kadın"dı.

Geçmişi olmayan Cumhuriyet kadınları gerçekten de kendilerine yüklenen misyonu hakkıyla yerine getirdiler ve bu mizyonun taşıyıcılığını yapmaya devam ediyorlar, "Türban" diye adlandırdıkları "başörtü"lerden nefret ederek, İslam'a dair her konuya "laiklik" tabusuyla itiraz ederek, kendilerini kurtarıcı gibi görerek...


Cumhuriyet kadın hareketine ket vurdu

Nurhayat Kızılkan (Sosyolog)
Osmanlı'nın son döneminde Cumhuriyet'in kurulacağını anlayan v
e bundan büyük ümitler besleyen hareke-i nisvan (kadın hareketi) tam vatandaşlık hakları (siyasal, içtimai, iktisadi haklar ve siyasi güce katılım) talebiyle örgütlendi. Kadınlar Halk Fırkası (1923) ve Kadın Birliği (kuruluşu 1924) etrafında toplanan kadınlar, "kadınsız bir inkılâbın" olamayacağını savunuyorlardı. Ulusun inşa sürecine kadınlar olarak katılmak istiyorlardı. Ancak tarihimizin bilinmeyen sayfalarından biri olarak hareket-i nisvan yani kadın hareketi, tek parti iktidarının yönlendirmesi sonucu bastırıldı. Hareketin en önemli aktivist kadını Nezihe Muhiddin karalandı, Türk Kadınlar Birliği grubu sindirildi ve kadınlar siyasal alanlardan dışlandı. Rejim, kadın hakları yolundaki kazanımları feministlere değil, "ulu önder ve halaskar"a ve Kemalizm'e mal etti ve bu yönde "kadınlara haklarını biz verdik" söylemini yerleştirdi.

Bu söylemi benimseyen kadınların, etkinliklerini denetim altında sürdürmelerine izin verildi ve öncü kadın hakları savunucularının toplumun belleğinden silinmesi sağlandı. Kemalist'lerin, Türk kadınını, "en büyük görevi vatana evlat yetiştirmek olan anneler" olarak tanımladıkları, siyasal ve sosyal hayattan dışlandıkları görülür. Atatürk'ün dediği gibi, "Türk kadınının en kutsal görevi analıktı." 1928 yılında kurulan Kız Sanat Okulları'nın amacı tüm alt sınıflardan gelen kadınların iyi anneler olarak ulusa iyi evlat yetiştirmesini sağlamaktı. Üst sınıflardan gelen kadınların ise mesleki alanlarda yükselmesi teşvik edilmiştir. Diğer taraftan kadın hareketini oluşturan kadınlar siyasi ve kültürel bir geçmişi olan İstanbul ve osmanlı münevveri olan kadınlardı. Hiçbir kültürel ve siyasal devamlılığı kabul edemeyen Kemalistler için bu, bir başka kabul edilemez durumdu. Yeni nesiller yetişene kadar eski nesil kadınları hayır işleri ile uğraşan kadınlar olarak görmek istiyorlardı. Zeki ve başarılı genç kızları Avrupa'da eğitime gönderen iktidar yurda döndüklerinde de onları, birçok sahada çok geniş yetkileri haiz pozisyonlara yerleştiriyordu.


Gülcan Tezcan
Gerçek Hayat Dergisi/ 31 Temmuz-6 Ağustos 2009/ s.12-13

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kıskanmak ve İçimizdeki Bıçak




Bıçağı saplayan çıkarsın isteriz. Kuşkunun yada kaybetme endişesinin hançerini kim içimize sapladıysa, onu oradan çıkarma ve yaramızı iyi etme kudreti de yalnızca ondadır çünkü.

İçimize yerleştiği andan itibaren sivri pençeli bir kuş gibi bizi didikleyen kıskançlığı, insanoğlunun en çözümsüz dertlerinden biri haline getiren de, çareyi o kara kuşu içimize yerleştirip bizi çaresiz bırakanda aramak zorunda kalmamızdır. O kara kuş sanki boynuna takılı gizli bir iple onu oraya yerleştiren sahibine bağlıdır, o uzaklaştığında kuşun pençeleri dahada keskinleşir, gagası değdiği her yeri dağlayan zehirli bir diken gibidaha derina batar ; sahibine yaklaştıkça vahşeti azalır. Ve biz acımızı hafifletebilmek için o kara kuşun sahibinin peşinden sürüklenir gideriz. Bütün istediğimiz kuşun sahibine kimsenin dokunmaması, onun kimeye yaklaşmamasıdır. O birinden hoşlandığında veya dokunduğu zaman içimizdeki bıçak kımıldar, kuş canavarlaşır.

Şeytanın yarattığı bir gökkuşağı gibidir kıskançlık. İçinde siyahtan mora doğru her türlü karanlık rengin kıpraştırdığı bir gökkuşağı; sevdiğin tarafından sevilmediğin endişesinin yarattığı keder, istediğine dokunamamanın getirdiği huzursuzluk yalnızlık duygusu, beğenilmediğine inanmanın yarattığı aşağılanma, bir başkasının sana tercih edildiğini düşünmenin getirdiği eziklik ve öfke, alay edilme korkusu, benliğine olan güvenini kaybetme sonucunda kendini değersiz görme, bir başkasının beğenisine muhtaç olduğunu hissetmenin zavallılığı. Bütün bu karanlık, bu yok edici duygular demirden bir kapak gibi kapanır üstüne. Kendini tutsak, kıskandığını özgür görürsün... Sen kımıldayamazken onun her an başka biriyle oynaştığını hayal edersin. Şüphelerin bilenir. Hayaller uydurursun. Belki de kendini çok aşağılanmış bulduğundan, kendinden intikam almak ister gibi, canını en çok yakacak hayalleri yaratırsın zihninde, onun bir başkasıyla nasıl seviştiğini, neler fısıldadığını, neler yaptığını en ince ayrıntısına kadar canlandırırsın aklında. İyi haberlere inanmakta güçlük çekersin, kötü haberlere ise inanmaya hemen hazırsındır.

Kıskançlık başladıktan sonra kuşku keskin güçleriyle öyle bir kemirirki içini, içinde herhangi bir şeye inanabilecek sağlam tek bir yapı bile kalmaz, uçurumlarla dolar zihnin, inanmak istediğin, inanmaktan duyacağın her haber, her bakış, her söz, her gülümseme, aynı kuyruklu yıldızlar gibi , bir anlık ışıkla parladıktan sonra o uçurumlara doğru kayıp yok olur. Ne gariptir, seni sevindiren o gülümseyişi görüp o sözü duyduktan sonra, o bir anlık sevinci yaşayıp da ardından kaybedince kuşkuların eksileceğine dahada artar, o gülümseyişin seni aldatmak için olduğunu düşünürsün, bu sefer kuşkularına düşmanlık karışır. Ve bir insanın birini hem sevip hem de ona düşmanlık duyması kadar zor bir duygu ikiliği, inanın az bulunur.

Bu hal, bıçağın artık iyice saplandığı, kuşun kanatlarını açarak çılgınca çırpındığı bir andır. Bıçağı sokanın bile acıyı yatıştırmakta zorlanacağı bir hal. Yine onun peşindesindir, onun yanında olmak, onu görmek, onun bir başkasına dokunmadığından emin olmak istersin ama, ama artık acı sahibinden bile kopmuş, bozulmuş bir ordu gibi denetimden çıkmıştır. Kıskandığın her kıpırdandığında bıçak derine girer kuş canavarlaşır. Acıyı iliklerine kadar hissedersin. Bu acıdan kurulmak için ölmeyi ve öldürmeyi bile düşünürsün. Othello, böyle bir durumdayken karısının değil de düşamanının sözlerine inanır, o iri ve siyah elleriyle okşamaya kıyamadığı o beyaz boynu sıkar.

Shekespeare, bir insanın içinde sevdiğinden kuşkulanmak için ekilecek kötü tohum bekleyen uğursuz bir toprak olduğunu anlatır piyesinde. O tohumun nasıl büyüdüğünü, kıskançlığın her duygudan daha büyük ve daha geniş bir ağaç haline gelip bütün duyguları gölgesiyle örtebileceğini gösterir. Artık her baktığında, eskiden sevgiyi, neşeyi, sevinci gördüğün yerlerde ihaneti ve aşağılanmayı görürsün. Birisini istemenin ağır bir zincir gibi bütün ruhuna dolandığını, seni güçsüzleştirdiğini, seni senden çaldığını hissedersin. Bir yandan zinciri biraz gevşetsin, bıçağını biraz çeksin diye yalvarır, bir yandan da seni yakıştıracak her sözü kıskandıracak bir tuzak gibi görürsün. Çırpınmaya başlarsın. Acıklı ve zavallı bir çırpınıştır bu. Sesin değişir, bakışların değişir, konuşman değişir. Daha önceleri seni güldüren bir şaka şmdi yaralayan bir alay olarak çarpar kulaklarına. Öfkelenirsin, kabalaşırsın; çaresizliğin acıklı çirkinliğ yerleşir davranışlarına. Sevilecek yanlarını kaybedersin. Artık iyileşmek bile değildir istediğin, zaten iyileşbileceğine olan inancını da elden kaçırmışsındır, istediğin kıskandığının canını acıtmak, onu cezalandırmak, senin çektiğini onunda çekmesini sağlamaktır. Ama bunu pek başaramassın... Onun ne canını yakmayı başarabilirsin, ne onu güldürmeyi başarabilirsin. Sıkılır ve sıkarsın... Acı dayanılmaz hale geldiğinde, bir gün kendini aniden kurtulmuş, özgürleşmiş, iyileşmiş hissedersin; yalancı bir duygudur bu, sevinçle sarılırsın ama, ama aynı kabuslarda olduğu gibi sarıldığın o sevincin kısa bir sürede ellerinin arasında bir kedere dönüştüğünü farkedersin. Bu kısa sevincin ardından gelen sarsıntı ise büyük bir şaşkınlık yaratır. Ama bu sarsıntı iyileşmenin ilk işaretidir. Altında ezildiğin, seni sen yapan ve ruhsal mimarini ayakta tutan bütün sutunları birer birer kırıp çökerten o acılara, şüphelere, aşağılanmalara daha fazla dayanamayan varlığın, neredeyse senden bağımsız bir şekilde hayvansı bir içgüdüyle kurtulmak için silkinmeye başlamıştır.

Kurtuluş anları daha sık yaşanır olur. Ancak kıskançlıktan ve acıdan kurtulurken sevgidende kurtulduğunu, sevdiğine duyduğun sevginin azaldığını başladığını hissedersin ki, buda başka bir acı yaratır, çünkü insan birini severken onu sevmekten vazgeçme ihtimalini düşünmeye bile tahamül edemez. Üstelik ortada kapanmamış bir hesap vardır. Sen acı çekmişsindir; sevdiğini sevmekten, kıskandığını kıskanmaktan vazgeçtiğinde çektiğin acının intikamındanda vazgeçeceksin demektir. Hayat gariptir, kıskançlık yeni başladığında cılgınca kurtulmak ve sevmekten vazgeçmek istediğinde değil de, kurtulma duygusunun seni üzdüğü, vazgeçmek ihtimalinin seni tedirgin ettiğinde vazgeçmeye başlarsın. Bir mecare bitmektedir.

Bir zaman sonra tümüyle kurtulur ve özgürleşirsin. Ama bir vakitler köle olduğunu gösteren o damga vurulmuştur ruhuna. Sapı kırık bir bıçak, ölü bir kuş iskeleti kalır içinde. Bıçağı sokan çıkarır çünkü; o çıkarmadıkça, keskinliğini kaybetmişte olsa o bıcak orada durur. Bazı sabahlar için titreyerek, özleyerek, özlemle ve kederle uaynırsın; o bıçağın ruhuna saplandığı anki ateşi hissedersin içinde ama o ateş yüzünde tuhaf bir gülümseme bırakarak çabuk söner. Bıçağı sokanın çıkarmadığı, kapanmamış bir hesabı taşıdığını hatırlarsın sadece...

Ahmet Altan